21 Ekim 2014 Salı

On yedi



Selam 27. doğum günüm.. Yazarken bi tuhaf oldu içim. Yok artık ne yaşlanması, hayatimin en güzel olayını yaşıyorum. Bunun bilincindeyim, ve inanılmaz keyif alıyorum. Gençlik! Ama gel görelim, kendime 27 rakamını bağdaştıramıyorum. Ben ne zaman büyüdüm?

Bağdaştıramıyorum çünkü ne çabuk geçti. Herkesin şehri terk ettiği bizim Ankara’ya gittiğimiz dönem yaz aylarına denk gelirdi ‘90larda. Zaten yazlık çıkınca ortaya Ankara’ya gitmedik bi daha. Anneannem ve dedem de vefat edince, çok bir anlamı kalmadı Ankara’nın benim için. Bir tuhaf gurbetçi akını olurdu yazın. Bu arada gurbetçileri ezik gören ve küçümseyen akılsızlar var, çok cahilsiniz keşke ölseniz diyorum.

Ankara’da geçti benim çocukluğumun yaz ayları. Bakkala gitmeyi, bi Capri-Sun hüpletip gümletmeyi. Mahallede çocuklarla oynamayı. Oradan Atakule de atari salonuna gitmeyi, sanırsam Dreamland olarak geçiyordu ismi. Ne büyük zevkti.
Sabahları dedemin yaptığı cızbızı, bakkal dan aldığım taze ekmeğe bandırıp yerdim. Cızbız dediğim olay da biberler közlenir sonra menemen gibi yumurtayla pişirilir. Tabii hatırladığım kadarıyla daha 9/10 yaşlarında çocuktum. “Simitciiii, taze gevreklerim var simitciiiiii.” Bunu duydum mu sevinçten takla atardım evde simit olmasına rağmen simit istiyorum diye tuttururdum. Sonra da üzülürdüm çocuğa az para verdiler diye. Küçük bir vicdan azabı yaşardım çünkü 5.katta otururdu anneannemler ve asansör denilen şey yoktu bina da.

Domatesçi, hurdacı, ay-gazcı, benim alışık olmadığım seslerdi bunlar. Ses kirliliği gibi gelse de sizlere, benim yüreğimin pır ettiği sesler bunlar. Balkondan küçük bir sepet sarkıtılırdı aşağıya doğru ve anneannem seslenirdi “Koy oğlum sen 3kg patates.” Mandala sıkıştırılmış parayı da daha sonra sarkıtırdı. Patatesleri ince ince doğrar, bize patates kızartması yapardı. Annemin valize sıkıştırdığı Hollanda’dan getirdiğimiz mayonezi ketçabı yanına koyar yerdik. Enteresan kadındı anneannem ve gizemli bi güzelliği vardı. Beyaz tenli ve bana uzun boylu gelirdi, şuan hatırlamasam da yüzünün bi yerinde beni vardı.

Salonda bir duvarı kaplayan kocaman ahşap bir dolap vardı, ortasında da televizyon dururdu. Saatlerce dolabın içinde ki o süsleri kurcalardım bakardım. Hiç unutmadığım süs kelebekler vardı, rengarenk dantelden işlenmiş. Yıllar sonra Roma tatilinde küçük köhne bir mağazada gördüm o kelebeklerin aynisini. Bide salonda kocaman iki tane divan vardı. Gündüzleri koltuk akşamları yatak olurdu bize. Aslında evin içinde çok bir mobilya yoktu, yeşil kadifeden işlenmiş tek kişilik bir koltuk ve bir kaç eşya daha. Ama bir sürü süs eşyası, kitapları, ilahi kasetleri vardı. Çok geniş din bilgisi vardı anneannemin, o zamanlar üfleyip püfleyip gittiğim ev ziyaretleri aslında tasavvuf ile tanıştığım yıllarmış. “Ne yapacak onca eşyayı” dediklerini bilirim. Ama onların bilmediği anneannem için her şeyin bir manevi değeri vardı yoksa eşyaya değer veren biri değildi.  Zaten ne anneannemin bilgisine nede düşüncesine erişemediler hiç bir zaman.  

Öğle saatlerinde herkes çekilirdi kendi köşesine. Sıcaktan kavrulurdu ortalık. Parka gidilmezmiş güneşin en yukarıda olduğunda, saçma. Bende kendimce evin içinde oynardım. Bazen eve gelen kuzenlerimle bazen mahallede ki çocuklarla yada kardeşimle. Salonun ortasına anneannem iki ip bağlardı arasına kumaştan büyük bir bez parçası geçirirdi. Olur muydu o bize salıncak! Alırdım elime diş macunu şeklinde bir tüp Cokokrem ve hayaller kurardım sallanarak. Dedem genelde evde olmazdı öğlenleri. Kendisi o zamanlar emekli ilk okul müdürüydü. Nereye giderdi bilmezdim, “Ben çıkıyorum hanim” diye seslenirdi kahvaltıdan sonra. Herhalde kahveye giderdi. Şuan ki aklim olsaydı ısrar ederdim beni de götür dede diye. Yada peşine takılır takip ederdim. Merak ediyorum, kimlerle görüşür ne anlatır ne yapardı.

Evde iki balkon vardı. Bir balkondan diğerine koşuştururdum mahalleyi gözetlerdim. İnce dar ve epeyce uzun karanlık bir hol ile bağdaşırdı evin iki salonu ve balkonlar. Her biri o uzun koridorun diğer ucunda. Yani benim salon dediğim arka cepheye bakan 2.salon aslında yatak odasıydı ama orada da divanlar vardı ve biz salon olarak kullanırdık. Bide küçük bir oda daha vardı koridorun tam ortasında. Mustafa dedem kalırdı orada, büyük dedem. Uzun boylu, zayıf, beyaz sakalları olan ve odasından çok çıkmazdı. Güldüğünü hiç görmedim. Yada ben hatırlamıyorum. Zaten çok görmedim hatırladığım kadarıyla iki yaz gördüm. Sonra o oda hep boş kaldı.

Yine bize yaz tatili diyerekten, çıktık Ankara yollarına düştük. O yaz Teoman in 17 isimli şarkısı her yerde çalıyor. Bense daha 13 yaşında küçük bir budala. Aa ne güzel şarki diyerekten vurulmuştum şarkıya. Muhtemelen kral tv de duymuştum. Çünkü kaset alıp müzik dinlerdik yada kral TV’nin bize sunduğu şarkıları. Yok öyle afili Spotify anında istediğin şarkıyı dinlemek. CD olayı dahi yok o zamanlar. Tek hatırladığım anneannemin salonunda oturuyorum ve bense ilk kez bir şarkıya aşık olmuştum. 17 olduğumda doğum günüme bu şarki eşliğinde gireceğim diye kendimce büyük bir karar almıştım. Ama daha ufuu koca dört sene vardı benim 17 olmama.

Şarkıyı dinlediğimde hayalimde narin, hafif melankolik, güzel bir kız canlanırdı. Trajik bir aşk hikayesi tadında. Yıllar geçti ve ben 17 oldum, kendime verdiğim sözü tuttum. Hatta üstünden bir 10 sene daha geçti. Kaç senesinde çıkarmıştı Teoman bu albümü diye baktım az önce ve şarkının asil hikayesini öğrendim. Olay 17 yaşında idam edilmiş bir gencin hikayesiymiş. Erdal Eren. İronik geldi, gençlik en güzel şey diye bu yazıya başlamak.


Ve asil ironi, zamanla yani biz büyüdükçe gerçeklerin ne kadar da farklı olduğunu görüyoruz. Belki inandığımız şeylere farklı bakmayı öğreniyoruz. Demem o ki, daha nice anılar biriktirebileceğim keyifli senelere etrafımda ki güzel insanlarla. Bir Ankara yaparız belki bu sene.